Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E. 2011/266 K. 2012/139 T. 03.04.2012

Sanık Erol’un konut dokunulmazlığının ihlali suçundan 5237 sayılı TCY’nın 116/1, 62, 50 ve 52. maddeleri uyarınca 6.000 Lira, mala zarar verme suçundan ise aynı Yasanın 151/1, 62 ve 52. maddeleri uyarınca 160 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, Bodrum 4. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 25.03.2008 gün ve 248-219 sayılı hükmün sanık ve müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesince 04.07.2011 gün ve 14416-8543 sayı ile; “1- Mala zarar verme suçundan kurulan hükme yönelik yapılan incelemede; 1412 sayılı CMUK’nın 305. maddesindeki temyiz sınırı ve hükmolunan adli para cezasının miktarı karşısında hükmün kesin olması nedeniyle sanık müdafiinin temyiz talebinin CMUK’nın 317. maddesi gereğince reddine, 2- Konut dokunulmazlığının ihlali suçundan kurulan hükme yönelik temyize gelince, Sanığın, 25.10.2007 tarihli duruşmada müdafi talebi bulunmadığını ve savunmasını kendisinin yapacağını beyan etmesi karşısında tebliğnamedeki görüşe iştirak edilmemiştir.

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün onanmasına” karar verilmiştir.

Yargıtay C.Başsavcılığı ise 17.08.2011 gün ve 133479 sayı ile; “ … Dosyada mevcut Bodrum 1. Noterliği’nin 25.10.2005 tarih ve 10174 yevmiye numaralı vekâletname ile sanığın, hakkındaki yargılamaların tüm aşamalarında kendisini temsil etmek üzere Avukat Ahmet’i vekil tayin ettiği, vekâletnamenin geçerli ve yasaya uygun düzenlenmiş olduğu, sanığın soruşturma evresinde kolluk huzurunda alınan 24.11.2006 tarihli savunmasını da bu avukatının müdafi olarak hazır bulunması suretiyle yaptığı anlaşılmıştır. Soruşturma evresinin diğer aşamalarında ve kovuşturma evresinde sanık müdafii davet edilmeden soruşturma ve kovuşturmanın yürütüldüğü, sanığın bu aşamalarda savunmasını kendisinin yaptığı anlaşılmıştır.

Sanık savunmalarında, avukat istemediğini, savunmasını kendisinin yapacağını beyan etmiş ise de, vekâletnamesini dosyaya sunmuş olduğu müdafiini azlettiğine ya da davayı takip etmesini istemediğine dair bir beyanda bulunmamıştır. Sanık müdafii de görevden çekildiğine dair yazılı veya sözlü bir beyanda bulunmamıştır. Bu nedenle, vekâletnamesini dosyaya sunduğu andan itibaren tüm aşamalarda müdafiinin görevi devam etmiştir. Sanığın savunması sırasında ‘avukat istemiyorum’ şeklindeki beyanının savunmasının alındığı ana özgü bir beyan olduğu ve zaten yargılamada kendisini temsil etmekle görevlendirdiği bir avukatının bulunması nedeniyle başkaca bir müdafi görevlendirilmesine ihtiyaç duymadığını beyan etmek istediği şeklinde yorumlanmalıdır. Bunun aksine bir yorum, sanığın vekaletname ile görevlendirdiği avukatını azlettiği anlamına gelir ki, bu husus yorumla anlaşılabilecek bir husus olmayıp, müdafiinin azledildiğinden söz edilebilmesi için sanığın bu konuda açık beyanına ihtiyaç vardır. Şu hale göre, sanık açıkça bir azil beyanında bulunmadığından, vekâletname ile görevlendirdiği müdafiinin görevinin yargılamanın tüm aşamalarında devam ettiğinin kabulünde zorunluluk vardır.

Sanığın vekaletname ile görevlendirdiği ve azledildiğine veya müdafilikten istifa ettiğine ilişkin dosyada bir bilgi ve belge bulunmayan müdafiinin duruşmalara davet edilmeksizin yargılamanın sonuçlandırılmasının yasal dayanağı bulunmamaktadır. Bunun sonucu olarak, 7201 sayılı Tebligat Yasası’nın 11. maddesindeki; ‘vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır … ’ hükmü ile birlikte, müdafi aracılığıyla savunma yapma hakkını güvence altına alan, Anayasanın 36. maddesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 121/1, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Milletlerarası Antlaşmanın 14/3-b-d, Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesinin 6/3-b-c maddelerinde yer alan düzenlemelere aykırı olarak, sanığın kendisinin seçtiği müdafiine duruşma gününün bildirilmemesi ve bu suretle yargılamada sanığı temsiline olanak tanınması savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurmuştur. Savunma hakkı, temel insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin bir gereğidir ve yargılamada bir avukatla temsil edilme hakkının da savunma hakkının kapsamında olduğu kuşkusuzdur.

Bu itibarla, sanığın seçtiği müdafiine usulüne uygun bir bildirimde bulunularak yargılamanın tüm aşamalarında sanığı temsil etmesine olanak tanınmamış olması usul ve yasaya aykırı olduğu” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurarak, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına karar verilmesi isteminde bulunmuştur.

Dosya, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA CEZA GENEL KURULU KARARI

İtirazın kapsamına göre inceleme sanık hakkında konut dokunulmazlığının ihlali suçundan kurulan hükümle sınırlı olarak yapılmıştır.

Sanığın konut dokunulmazlığının ihlali suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda, Özel Daire ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın vekâletnameli müdafiine duruşma gününün bildirilmemesinin savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.

İncelenen dosya içeriğinden; Bodrum C.Başsavcılığınca, 23.11.2006 tarihinde işlediği iddia olunan konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından sanık hakkında soruşturma başlatıldığı, Sanığın, 24.11.2006 tarihinde polis merkezinde ifadesinin alındığı, ifade alma işlemine Muğla Barosu avukatlarından Ahmet’İn 25.10.2005 tarihli vekâletname fotokopisi sunarak katıldığı, 30.01.2007 tarihinde Cumhuriyet Savcısı tarafından sanığın savunmasının alındığı, ifade alma işlemi sırasında sanığa yasal haklarının eksiksiz olarak hatırlatıldığı, sanığın yasal haklarını anladığını ve avukat istemediğini ifade ederek savunmasını yaptığı, Bodrum C.Başsavcılığınca 12.02.2007 gün ve 209-426 sayı ile sanığın konut dokunulmazlığının ihlali ve mala zarar verme suçlarından cezalandırılması istemiyle Bodrum 4. Asliye Ceza Mahkemesine kamu davası açıldığı, mahkemece duruşmaya hazırlık tutanağı ile sanık ve şikâyetçinin duruşmaya çağrılmasına karar verildiği, davetiyenin sanığa tebliğ edildiği, tebliğe rağmen yargılamanın ilk duruşmasına katılmayan sanığın zorla getirilmesine karar verildiği, Sanığın, 25.10.2007 tarihli duruşmaya zorla getirme kararıyla katılmasının sağlandığı ve yasal hakları eksiksiz olarak hatırlatıldıktan sonra sorulduğunda; “müdafii talebim yoktur, savunmamı kendim yapacağım” şeklinde anlatımda bulunması üzerine savunmasının alındığı, sanığın bu tarihten sonra yapılan duruşmalara katılmadığı gibi, kendisini müdafi ile de temsil ettirmediği, Yokluğunda verilen hükmün 03.05.2008 tarihinde sanığa tebliğ edildiği, sanığın 08.05.2008, sanık müdafiinin ise 09.05.2008 tarihli dilekçeler ile hükmü temyiz ettiği, Anlaşılmaktadır.

Savunma hakkı Anayasamızın 36. maddesinde güvence altına alınarak, herkesin meşru vasıta ve yollardan yararlanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Sanık bu hakkını bizzat kullanabileceği gibi müdafii aracılığı ile de kullanabilir. Nitekim ülkemizin de kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanma hakkının asgari koşullarını gösteren 6. maddesinin 3/c bendinde; “Her sanık ezcümle: … c) Kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafii veya eğer bir müdafi tâyin için mali imkânlardan mahrum bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın meccani yardımından istifade etmek, … haklarına sahiptir” denilmek suretiyle, sanığın kendisini bizzat savunma hakkının yanında, müdafi tayin etme yetkisi ile belirli koşullarda müdafiden ücretsiz yararlanabilme hakkının bulunduğu belirtilmiştir. Bu açıdan, savunma hakkı “meşru bir yol”, müdafi de savunma hakkının kullanılması bakımından “meşru bir araçtır”.

5271 sayılı Yasaya göre; bir ceza davasında avukat ile şüpheli, sanık veya hükümlü arasında iki yöntemden birisi ile ilişki kurulabilir. Bunlardan birincisi, koşulları oluştuğunda yasa gereği baroca avukat görevlendirilmesidir. İkincisi ise, şüpheli, sanık veya hükümlünün vekaletname ile avukat tayin etmesidir. 1412 sayılı Yasa döneminde, birinci şekilde görevlendirilen avukata müdafi, ikinci şekilde görevlendirilen avukata ise vekil denilmekte iken 5271 sayılı Yasa bu ikili ayrımı kaldırmış ve 2. maddesinin (c) fıkrasında bunların her ikisi de müdafi olarak tanımlanmıştır. Buna karşın; birinci durumda bir görevlendirme, ikinci durumda ise sözleşmeden kaynaklanan ilişki söz konusudur. Bu yönüyle iki kurum, görevin başlaması, yürütülmesi, sona ermesi, ücret gibi konularda farklılıklar arz etmektedir.

Bu genel açıklamadan sonra uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için zorunlu müdafilik ve vekaletnameli müdafilik kurumları üzerinde durulması gerekmektedir.

Zorunlu müdafilik kurumunun incelenmesinde; 5271 sayılı CYY’nın 2/1-c maddesinde; şüpheli veya sanığın ceza yargılamasında savunmasını yapan avukat olarak tanımlanan müdafii, öğretide ceza yargılamasını yürüten makamlar önünde şüpheli veya sanığın savunulması görevini üstlenen ve bazı niteliklere sahip olması gereken şüpheli veya sanığın yardımcısı olarak kabul edilmektedir. (Nur Centel/ Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 7. bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2010, s.165, Bahri Öztürk/ M.Ruhan Erdem, Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, 9. bası, Seçkin Yayınları, Ankara, 2006, s.310-311). Şüpheli veya sanığın müdafii aracılığıyla savunulması hususunda tercih yapma olanağına sahip olduğu hallerde görev yapan müdafie ihtiyari müdafi, görevlendirilmesi hususunda şüpheli veya sanığın iradesinin önem taşımadığı hallerde görev yapan müdafi ise zorunlu müdafiidir. Bu bağlamda, sanığın istemi üzerine baro tarafından görevlendirilmiş olması da ihtiyari müdafii, zorunlu müdafii haline getirmemektedir. Görüldüğü gibi müdafiin zorunlu veya ihtiyari olması, şüpheli veya sanığın istemine ya da istemi olup olmadığına bakılmaksızın, yani iradesi dikkate alınmadan atanıp atanmadığına bakılarak belirlenmektedir. (Nur Centel/ Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 7. bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2010, s.176-179; Yener Ünver/Hakan Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, 4. bası, Adalet Yayınevi, Ankara, 2011, s.222-223) 1412 sayılı CYUY, kişisel savunmada kural olarak ihtiyari müdafilik sistemini benimsemiş, sınırlı bazı hallerde ise zorunlu müdafilik sistemini getirmiştir. 5271 sayılı CYY ise zorunlu müdafilik sistemini, önemli ölçüde genişletmiştir. Bu Yasaya göre; müdafii bulunmayan şüpheli veya sanığın, çocuk, kendini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz olması (150/2. md.), soruşturma veya kovuşturma konusu suçun cezasının alt sınırının 5 yıldan fazla hapis cezasını gerektirmesi (150/3. md.), resmi bir kurumda kusur yeteneğinin araştırılması için gözlem altına alınmasına karar verilecek olması (74/2. md.), tutuklama talebiyle mahkemeye sevkedilmesi (101/3. md.), davranışları nedeniyle hazır bulunması halinde duruşmanın düzenli olarak yürütülmesini tehlikeye sokan sanığın yokluğunda duruşma yapılması (204/1. md.) ve kaçak sanık hakkında duruşma yapılması (247/3. md.) hallerinde, şüpheli veya sanığın istemi bulunmasa, hatta açıkça müdafii istemediğini beyan etse bile müdafii görevlendirme zorunluluğu bulunmaktadır.

1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CYY’nın “Müdafiin Görevlendirilmesi” başlıklı 150. maddesi; “(1) Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse, istemi halinde bir müdafi görevlendirilir.

(2) Müdafii bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz ise, istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.

(3) Üst sınırı en az beş yıl hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır.

(4) Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir” şeklinde iken; Anılan maddenin üçüncü fıkrası 06.12.2006 gün ve 5560 sayılı Yasanın 21. maddesi ile; “Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır” olarak değiştirilmiştir.

Anılan yasa maddesinde açıkça “alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda” müdafii görevlendirilmesinin zorunlu olduğu hükme bağlanmış, alt sınırı beş yıl olan suçlar bu kapsamın dışında bırakılmıştır.

Bu bilgiler ışığında, sanığa atılı konut dokunulmazlığının ihlali suçuna öngörülen ceza miktarının “altı aydan 2 yıla kadar hapis” olduğu göz önüne alındığında, CYY’nın 150/3. maddesi kapsamında somut olayda sanığa müdafii görevlendirme zorunluluğu bulunmamaktadır. Diğer bir ifade ile inceleme konusu suç zorunlu müdafilik uygulaması kapsamında bulunmamaktadır. Sanığın soruşturma aşamasında polis merkezinde ifadesinin alındığı aşamada vekaletnameli müdafiinin hukuki yardımından faydalandığı göz önüne alındığında, somut olayda vekaletnameli müdafiilik kurumunun uygulanma alanı bulduğunun kabulü gerekmektedir.

Vekaletnameli müdafiiliğin hukuksal açıdan incelenmesine gelince; Ceza yargılamasında şüpheli ya da sanık ile avukat arasında sözleşme ile kurulan ilişkide müdafii zorunluluk bulunmamakla birlikte uygulamada vekil eden tarafından yurt içinde noterde düzenlenen bir vekaletname ile yetkilendirilmektedir. Aslında söz konusu ilişkinin temelinde Borçlar Yasasının 386 vd. maddelerinde düzenlenmiş olan “vekalet sözleşmesinin” bulunduğu söylenebilecek ise de Avukatlık Yasasında “Avukatlık Sözleşmesi” adı altında özel bir sözleşme türü ihdas edilmiştir. Avukatlık sözleşmesi, vekalet sözleşmesine benzemekle birlikte aynısı değildir. Avukatlık Yasasının 163. maddesine göre; “avukatlık sözleşmesi serbestçe düzenlenir. Avukatlık sözleşmesinin belli bir hukuki yardımı ve meblağı yahut değeri kapsaması gerekir. Yazılı olmayan anlaşmalar, genel hükümlere göre ispatlanır. Yasaya aykırı olmayan şarta bağlı sözleşmeler geçerlidir.” Görüldüğü gibi, bu düzenleme ile “Avukatlık Sözleşmesi” adı altında yeni bir sözleşme türü ihdas edilmekle birlikte, bu sözleşme yeterince tanımlanmamıştır.

Avukatlık Yasasında düzenlenen avukatlık sözleşmenin yeterince tanımlanmamış olmasının bir nedeninin de, sözleşmenin mahiyetine ve özelliklerine ilişkin tartışmaların oluşum sürecine katkı sağlayacağı düşüncesi olduğu öğretide belirtilmektedir.

Şu halde, avukatlık sözleşmesinin henüz tam anlamıyla tanımlanmadığı ortada ise de; Borçlar Yasasında yer alan vekalet sözleşmesinden farklı bir sözleşme olduğu açıktır. Nitekim bu iki sözleşme arasında; ücret, biçim, kişi, tarafların yükümlülükleri, işe son verme ve işten çekilme tazminat isteklerinde zamanaşımı süreleri ve yorum ilkelerindeki kurallar yönünden ciddi farklılıklar bulunduğu öğreti tarafından da kabul edilmektedir. Buna göre; “Avukatlık Sözleşmesi” her iki tarafa borç yükleyen, belli bir hukuki yardımı veya bir hizmetin yapılmasını konu edinen, kendine özgü kuralları olan (sui generis), tekel hakkına sahip kişilerce yapılabilecek ve ücret karşılığı yapılabilen ivazlı bir sözleşmedir.(Av.Semih Güner; Avukatlık Hukuku, Ankara-2007, s.198-207) Ülkemizdeki uygulamada, avukatlık sözleşmesinin uygulanabilir hale gelmesi için, öncelikle bir vekaletnamenin varlığı aranmaktadır. Bir kısım yargı kararlarında da bahsedildiği gibi, avukatlık sözleşmesi gereğince avukatın göreve başlaması için bu genel vekaletten sonra, ayrıca özel bir talimat gerekmektedir. Çoğunlukla vekaletnameler süresiz olarak verilmekte, Yasalarımızda da, bunu sınırlayan herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bundan hareketle, “avukatlık sözleşmesinin uygulamaya geçirilebilmesi için özel bir talimat aranmalıdır” görüşünün oldukça isabetli olduğu görülmektedir. Şu halde; bir kişi herhangi bir avukata, o an için yaptıracak bir işi olmasa bile vekaletname verebilecektir. Ancak, ileride avukat tarafından yapılacak bir iş olduğunda özel bir talimat vererek istediği işin yapılmasını avukattan isteyebilir. Avukat, vekaletnameyi kabul etmiş olduğu halde, bu işi yapmayı kabul edip, etmemekte özgürdür ve ancak kabul ettiği takdirde, avukat ile vekalet veren arasında “avukatlık sözleşmesi” kurulmuş olur. Bu sözleşme çerçevesinde herhangi bir şekle bağlı kalınmadan ücret ve diğer konulara ilişkin anlaşmalar yapılabilir. Bununla birlikte şüpheli, sanık veya hükümlü her aşamada müdafii yardımından yararlanmak istemediğini iradesi ile ortaya koyabileceği gibi, müdafii de şüpheli, sanık ve hükümlünün avukatlığından çekilebilir. Bu açıklamalardan sonra sanığın vekaletnameli müdafiinin duruşmaya çağrılması konusunun da incelenmesi gerekmektedir.

1412 sayılı CYUY’nın “Müdafii davet” başlıklı 211. maddesi; “Müdafii gerek mahkemece tayin edilmiş olsun gerek maznun tarafından intihap edilipte mahkemeye haber verilmiş bulunsun maznun ile birlikte davet olunur”, 5271 sayılı CYY’nın “İddianamenin sanığa tebliği ve sanığın çağrılması” başlıklı 176. maddesi; “1)İddianame, çağrı kâğıdı ile birlikte sanığa tebliğ olunur.

2) Tutuklu olmayan sanığa tebliğ olunacak çağrı kâğıdına mazereti olmaksızın gelmediğinde zorla getirileceği yazılır.

3) Tutuklu sanığın çağrılması duruşma gününün tebliği suretiyle yapılır. Sanıktan duruşmada kendisini savunmak için bir istemde bulunup bulunmayacağı ve bulunacaksa neden ibaret olduğunu bildirmesi istenir; müdafii de sanıkla birlikte davet olunur. Bu işlem, tutuklunun bulunduğu ceza infaz kurumunda cezaevi kâtibi veya bu işle görevlendirilen personel yanına getirilerek tutanak tutulmak suretiyle yapılır.

4) Yukarıdaki fıkralar gereğince, çağrı kâğıdının tebliğiyle duruşma günü arasında en az bir hafta süre bulunması gerekir”, 7201 sayılı Tebligat Yasasının “Vekile ve kanuni mümesile tebligat” başlıklı 11. maddesinin 1. fıkrası ise; “Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır … ” şeklinde düzenlenmiştir.

Yasal düzenlemeler incelendiğinde; 1412 sayılı CYUY’nın 211. maddesinde gerek zorunlu müdafiinin, gerekse vekaletnameli müdafiinin duruşmaya sanık ile birlikte çağrılacağı hüküm altına alınmış iken, 5271 sayılı CYY’nın 176. maddesinde bu zorunluluk sadece tutuklu sanıkların müdafiileri ile sınırlı tutulmuştur. Buna karşın Tebligat Yasasının 11. maddesi uyarınca dosya kapsamı itibarıyla sanığın vekaletnameli müdafii bulunduğunun veya sanığa zorunlu müdafii atandığının anlaşılması durumunda, mahkemece sanık müdafiine duruşma gününün bildirilmesi gerekmektedir.

Öte yandan, savunma hakkının etkin bir şekilde kullandırılması ve sanığın her aşamada hukuki yardımdan yararlanabilmesi için sanığın tutuklu olup olmadığına bakılmaksızın, müdafiinde sanıkla birlikte duruşmaya çağrılması sürdürülen bir uygulamadır. Bu uygulama AİHS’nin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına yargı organlarınca gösterilen hassasiyetin bir sonucudur.

Bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Konut dokunulmazlığının ihlali suçundan başlatılan soruşturma sırasında sanık müdafiinin vekaletname sunarak polis merkezinde ifade alma işlemine katıldığının anlaşılması karşısında, yargılama aşamasında yerel mahkemece duruşma gününün sanık müdafiine bildirilmesi Tebligat Yasasının 11. maddesi ve adil yargılama hakkının bir gereği ise de; zorunlu müdafilik kapsamında yer almayan inceleme konusu suç bakımından yargılama sırasında sanığa yasal hakları eksiksiz olarak hatırlatıldıktan sonra sanığın; “Müdafii talebim yoktur, savunmamı kendim yapacağım” şeklindeki anlatımı sonrasında savunmasının alınmasında herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Bu uygulamada, sanığın müdafii yardımından yararlanmak istemediği yönündeki açıkça ortaya koyduğu iradesi karşısında savunma hakkının kısıtlanmasından ve adil yargılama ilkesinin ihlal edildiğinden söz edilemeyecektir.

Bununla birlikte, yargılandığından haberdar olan sanığın devam eden yargılamada müdafiine kendisine hukuki yardımda bulunması için özel bir talimat vermediği de anlaşılmaktadır. Keza sanık müdafii sanığın sorgusunun yapıldığı oturumdan sonraki oturumlara da iştirak etmemiştir. Özünde özel hukuk ilişkisi olan sanık ve vekaletnameli müdafii arasındaki ilişkinin devam edip etmediğini kontrol etmek mahkemenin görevleri arasında bulunmadığından sanığın müdafii yardımından yararlanmak istemediğini ortaya koyan açık iradesine üstünlük tanımak mahkemenin izleyeceği en doğru yoldur. Bu nedenle, sanığın müdafii yardımından yararlanmak istemediğini ortaya koyan açık iradesi karşısında yerel mahkemece sanık müdafiinin devam eden yargılamaya çağrılmamasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

Bu itibarla, Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul üyesi A.Kınacı; “Savunma bir bütün olup, hem sanığın sorgusunu hem de müdafiinin hukukî savunmasını kapsar.

Somut olayda, vekâletname sunarak sanığın kolluk ifadesi alınırken hazır bulunan sanık müdafiinin duruşmaya davet edilmeden hüküm kurulması nedeniyle sanığın savunma hakkı kısıtlanmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazı yerinde olup, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onama kararının kaldırılarak hükmün bozulması gerektiği kanısını taşıdığımdan, çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum” görüşüyle karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ : Açıklanan nedenlerle, 1- Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının REDDİNE, 2- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 03.04.2012 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile karar verildi.”